Dün spor sayfasında yazdım. Bugün devam edeceğim. Çünkü, yine yanlış yapılıyor. Yine fırsatçılık, yine yüzeysellik, yine

Dün spor sayfasında yazdım. Bugün devam edeceğim. Çünkü, yine yanlış yapılıyor. Yine fırsatçılık, yine yüzeysellik, yine tirajcılık öne çıktı.

Cihat Aktaş'ın İnönü Stadı'nda bıçaklanarak öldürülmesi, medyanın ve ülkenin birinci gündemi oldu. Futbolda şiddet ya da terör kavramı etrafında giderek bulanıklaşan, sapla samanın birbirine karıştırıldığı bir tartışma sürüp gidiyor.

Hayatında basın tribünü ya da loca dışında maç seyretmemiş, hatta kimisi de yıllardır maça gitmemiş insanlar uzman edasıyla konuyu saptırıyor.

Önce olaya bir kez daha bakalım.

 

Futbol terörü denilen hadisenin, o gece sahada oynanan maçla, yani futbolun kendisiyle uzak yakın alakası yok. Cihat Aktaş, ayakkabısının içine gizleyip stada sokacak kadar bıçağına düşkün bir psikopatın kurbanı olmuştur. Zanlı, o bıçağı başka birine karşı, başka bir yerde de pek ala kullanabilirdi. Nitekim, İnönü'deki psikopatın bir muadili, geçen hafta Düzce'de teravih namazının huzurunu bozduğu gerekçesiyle bir yurttaşı camide bıçakladı. Namazlar cemaatsiz kılınsın mı diyeceğiz?

Bunu söylerken, ülke futbolu şiddetten uzaktır gibi saçma bir iddiamız yok. Dün de yazdım, tekrar etmek zorundayım. Futbol, tabiatı gereği bir tür şiddeti içinde taşır. Vücut vücuda mücadele edilen erkek sporudur... Milyonlarca insanın kendisine bir kimlik bulduğu takım rekabetine dayanır... Bu yanıyla, hayatın başka alanlarında yenilmiş olanlara 'kazanmanın' fırsatını sunar vb. İşin teorik yanı daha da uzatılabilir. Buna gerek yok. Çünkü, sadece Türkiye değil, dünya futbol tarihine bakıldığında da, şiddetin başrolde olduğu uzun bir hikaye yazmak mümkündür.

 

Bu gerçeği, yaşadığımız ülkenin kendine özgü gerçekleriyle üstüste getirdiğimizde tablo daha bir netlik kazanıyor. Sayısız araştırma, son 10 yılda ülkenin muazzam bir suç patlaması yaşadığına işaret ediyor. İşsiz, beş parasız, milyonlarca genç insan, kendi ülkesinde bir başka toplum kesimine mensup yaşıtlarının, eşine az rastlanır bir tüketim ve eğlence curcunası içinde yaşayıp gittiğine tanıklık ediyor. Bu koşullar altında, içindeki nefreti, öfkeyi dışa vuracağı yegane kamusal alana yöneliyor. Yani, tıpkı kendisi gibi 'yenilmişlerle' buluştuğu tribünlere... Sesini orada yükseltiyor, çünkü sesi orada daha gür çıkıyor. Orada küfür ediyor, çünkü topluluk olmanın verdiği güce yaslanıyor. Orada dayanışıyor, orada döğüşüyor.

Şimdi, bazı aklı evveller çıkıp, bu durumu olumladığımız sonucu çıkarabilir. Her an şiddete dönüşme potansiyeli taşıyan kör bir öfkenin, nefretin onaylanacak yanı yok. Ama sorunu çözmeye niyeti olan varsa (görüldüğü kadarıyla bu işin talibi çok), önce sorunu anlamak zorunda.

"Bu adamlar stada alınmasın" diyorlar... Tamam, alınmasın... Nerede seyredecekler maçı? Meyhanelerde, kahvelerde, barlarda... Ardından gelecekleri hemen söyleyeyim: "Bu adamlar meyhanelere, kahvelere, barlara alınmasın!"

"Bu adamlar bu ülkeye alınmasın" deyin de olsun bitsin!

 

Bir başka konu... Tribün terörü denilen şeyi besleyen kaynaklardan birinin spor medyası olduğunu hepimiz biliyoruz. Sado-mazo mesajlarla yüklü manşetleriyle, şövenizme, 'erkekliğe' yaslanan bir dilin futbol kültürü içinde yerleşmesinde nasıl önemli bir rol oynadığı araştırılsa, herhalde ortaya tez konusu olabilecek zenginlikte malzeme çıkardı.

Önceki gün Sabah'ın manşeti 'Ölüm Stadı' idi. Spotta ise, 'Beşiktaş yönetiminin gerilimi tırmandırma politikasının sonucu tribünde bir genç öldürüldü' diyordu. Biliniyor, Beşiktaşlı futbolcular Sabah'ın yayınlarına tepki duydukları için medeni bir protesto geliştirdiler ve bu gazeteye demeç vermiyorlar. Sabah muhabirleri, Beşiktaş uçağına alınmıyor. Yani Sabah'ın Beşiktaş'la, Beşiktaş yönetimiyle sorunu var. Ve bu gazete, tribünde yaşanan bu vahim olayı, Beşiktaş kulübüyle hesaplaşmanın bir fırsatı olarak görüyor! Artık bu insanların yazdığı hangi habere, hangi yoruma inanayım? Kim inanır?

 

Peki, dönüp kendimize bakmayacak mıyız?

Evet, ben de Beşiktaş taraftarıyım. Yıllarca Kapalı'da maç seyrettim. Bunu şunun için söylüyorum; emin olun o tribüne gelen binlerce insan, bu lanetli olayın acısını başkalarına göre çok daha ağır yaşadı, yaşıyor. Uzun bir yolculuktan sonra evine dönen insanın mutluluğuyla iki haftada bir doldurduğumuz tribüne kan döküldü. Üzerinden yıllar da geçse silinmeyecek bir leke... Bunun sorumluluğunun bizim de omuzumuzda olduğunu bilmek zorundayız. Emniyet güçleriydi, kulüp yönetimiydi, turnikelerdi, şuydu buydu... Bunların hepsi bir yana... O tribündeki insanlardan birinin, diğerinin canına kıyacak kadar zalimleştiği ortamın oluşmasında, tezahüratlarla dile getirilen 'emanet' kültürünün, 'kıyak kafayla' maça gelmeyi yücelten şuursuzluğun payı hiç mi yok?

Bugün kaç tanemiz Baba Hakkı'nın yüzüne bakabilecek kadar temiz?