Soruyu daha genel olarak sordum ben. "İş telefonum şu, cep telefonum şu, e-posta adresim de bu, bilmek istiyorum, dinleniyor muyum?"

Soruyu daha genel olarak sordum ben. “İş telefonum şu, cep telefonum şu, e-posta adresim de bu, bilmek istiyorum, dinleniyor muyum?” diye dilekçe verip Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na, neredeyse herkesin dinlendiği memlekette özel durumumu öğrenmek istedim.

Bilgi edinme hakkımız var ve o hakkı kullanmak için anayasa değişikliğine falan da gerek yok ya, işte belki bir yanıt alırım diye basit bir soru sordum.

Tek soru. Paket halinde değil. Kimine “Evet” kimine “Hayır” demeyi gerektirecek bir durum yok ortada. Ya “Evet” denecek, ya da “Hayır”. Koskoca devlet, açık seçik söylediğim telefon numaramın dinlenip dinlenmediğini bilemeyecek değil ya.

Bir tek ben değil, onlarca gazeteci sordu aynı soruyu. G-9 Platformuna üye meslek örgütlerinin yöneticileri sordu.

Sorduk, çünkü “dinleniyor” olmak mesleğimizi yapmanın önünde de bir engel oluşturmaya başlamıştı. Haber kaynaklarımızla konuşamıyorduk. Kimin kime ne söylediğinin herkes tarafından anında duyulduğu bir telekulak cumhuriyetinde, haber kaynakları kimliklerini gizleyerek bilgi veremez hale geldiklerinden, gazetecilik de yapılamaz hale gelmekteydi. Bu, birey olarak biz gazetecilerin mahremiyetinin ihlali değil, basın özgürlüğünün, dolayısıyla da demokrasinin tecavüze uğraması demekti.

O nedenle, istedik ki, etkilikler ve yetkililer HAYIR desinler. HAYIR dinlenmiyorsunuz! Ya da EVET desinler. Desinler de, tahmin ettiğimiz şeyi resmen de öğrenmiş olalım.

Ama bakın onlar, müşteki Alaettin Oğlu, Mualla’dan olma Lütfi Doğan Tılıç’a, yani bana, “Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar” vererek, ne dediler:

“Müşteki vermiş olduğu dilekçesinde telefonlarının dinlenip dinlenmediğini, dinleniyorsa hangi mahkemenin kararına göre dinlendiğinin kendisine bildirilmesini içeren dilekçe ve ifade verdiği, bunun üzerine TİB’e yazı yazılıp böyle bir durumun vaki olup olmadığı sorulmuş, verilen cevapta ‘kişinin bu aşamada dinlenip dinlenmediği konusunda herhangi bir bilgi verilemeyeceğini, mahkemece belirlenen sürede yapılan dinlemeler sonucu herhangi bir suç deliline rastlanmamış ise bu durumun ilgilisine yasa gereği bildirildiği, suç işlendiğine dair delil elde edilmişse de bu delilin soruşturma dosyasına aktarıldığının’ bildirildiği, kararla birlikte gönderilen yazıdan anlaşılmış olmakla, suç işlendiğine dair delil bulunmadığı…”

Söylenen size karışık geldiyse basitleştireyim; “Dinlenip dinlenmediğini söylemeyiz, kardeşim”. Tabii, ne TİB, ne de Cumhuriyet Başsavcılığı bana “Kardeşim” diye hitap ediyor, zaten resmi yazışma usulüne de aykırıdır, ama diğer tarafı kesin, bana beni dinleyip dinlemediklerini söyleyemiyorlar.

Bana bu yazıyı gönderen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bir raporu yayınlandı geçen gün. TİB’in işlemlerinin bir yasal düzenleme çerçevesinde mutlaka hakim tarafından denetlenmesini isteyen o “ürkütücü” rapora göre; 37 değişik yöntemle dinleniyormuşuz.

Yasal düzenlemede olmadığı halde 17 bin civarında baz istasyonun bulunduğu alanda tüm iletişimin tespiti yapılmış. Bağlantı olmadan bilgisayarlarımızın uzaktan kopyalanması ve kaydedilmesi mümkünmüş. Hiçbir yasal dayanağı olmadığı halde TİB tarafından tesbit edilen tüm telefon konuşmaları Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı KOM Daire Başkanlığı üzerinden geçmekteymiş. Herkesin her suçtan dinlenmesi, hatta Cumhurbaşkanı’nın bile, mümkünmüş. Dinleme sayısı her yıl çığ gibi artarak 2007’de 63.576 olan adli dinleme sayısı 2009 yılında 142.135’e ulaşmış.

Alter Yayınları, 12 Eylül dönemine ilişkin karikatürlerin toplandığı “Çizgilerle 12 Eylül 1980” diye bir kitap yayınlandı geçenlerde. Avni Odabaşı’nın “12 Eylül 1980 Türkiyesi” karikatürü bütün bir memleketi parmaklıklar ardında gösteriyor. Odabaşı 12 Eylül 2010 Türkiyesi’ni nasıl çizerdi acaba? Koca bir kulak şeklinde mi?

Savcılığın bana gönderdiği yazıyı ve yayınladığı raporu üst üste koyun. Sonra başlıktaki soruyu tekrar sorun bi zahmet. Yanıt belli, değil mi? Kesin dinlenmişizdir!