Gökgürültüsü ve şimşekler eşliğinde okulun kapısından bir taksiye biniyorum. Yine deli deli yağmur yağıyor. Taksi bulabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. “Beşiktaş İskelesi” diyorum şoföre ve derin bir nefes alarak arkama yaslanıyorum.

Şoför konuşkan birine benziyor. Sohbete bir önceki yolcu ile bıraktığı yerden devam ediyor sanki. Aynadan şöyle bir göz atıyorum. Susacak gibi değil. Ben de pencereden dışarı bakarak dalıp gidiyorum. Kurbanlarını yakalayıp arka koltuğa bağladıktan sonra uzun tiradlar atan bir taksicinin hikayesini kuruyorum kafamda. Tam bunun şahane bir fikir olduğunu düşünmeye başlamışken, birden ‘Taxi Driver’ı hatırlıyorum. “Tüh be!” diyorum kendi kendime, “bu sefer çok yaklaşmıştım.”

Bu arada taksici, hızını hiç kesmeden devam ediyor. Havadan sudan girip memleketin durumundan çıkıyor. Ben Robert DeNiro ile falan uğraşırken, o beş dakika içinde “hocam”dan “hanımefendi”ye, oradan da “abla”ya geçmiş bile.

Birden sessizlik oluyor. Bana bir soru sorulduğunu fark ediyorum. Adam duymadığımı düşünüp tekrar ediyor:

 

-          Evli misin, abla?

-          Evliyim, evet.

-          Çocuk var mı?

-          Yok.

-          Sen mi istemedin, yoksa olmadı mı?

-          (Sessizlik)

-          Yap be, abla!

-          Ne yapayım?

-          Çocuk yap…

-          Neden? Siz mi bakacaksınız?

-          Yok be abla! Kadın dediğin her çocuktan sonra sistemi tümden yeniliyormuş. Onun için diyorum. Benim hanım mesela iki tane doğurdu. Topaç gibi maaşallah.

-          Siz yola dikkat ediyor musunuz?

-          Ablacım, sıfır kilometre olacaksın diyorum, sen ona dikkat ediyor musun?

-          Çek kardeşim, kenara çek!

 
Yağmurun altında sokağın ortasında kalıyorum. Ama titriyor olmam ondan değil. Hiç tanımadığım bir adamın mahrem saydığım bir alana girmesini sindiremiyorum bir türlü. Bunun olabileceğini bilmek başka, fiilen yaşamak başka. Adam belki de hayatımdaki en önemli kararlardan birine dair atıp tutuyor. Hem de fütursuzca. Bu konuda bir tereddütüm, bir kaybım, bir tarihim olabileceği ihtimalini düşünmüyor bile. Varsa yoksa bir kilometre hesabı.

Çünkü nedir? Mesele bedendir. Güzel beden. Genç beden. Doğurgan beden. Bunun üzerinden tarif ve tasnif edilirsiniz. Erkek iktidar için her zaman böyledir. Şimdi bu durum biraz daha görünür hale gelmiş, biraz daha pervasızlaşmıştır. Hepsi bu.

Anlaşılan artık kadınların vücudundan açıkça ve ortalık yerde söz edilebiliyor. Kadın bedenine yönelik erkek saldırganlığı demek artık sınır tanımıyor. Üstelik bu daha hiçbir şey değil. Hükümetin kürtaj açıklamalarıyla beslenen bu saldırganlığın alabileceği boyutları düşününce insan ürpermeden edemiyor.

Bir şeyi netleştirelim: bizi sabah akşam bedenimizden söz etmeye mecbur eden şey iktidarın “beden politikaları” ve onun günlük hayatta yeniden üretilmesidir. Yoksa bazılarının sandığı gibi bedenimizle kafayı bozmuş değiliz.

“Beden politikası” terimi yeni sayılmaz. Bu ifade, devletin ve onun kurumlarının insan bedenini sahiplenme ve denetleme mekanizmalarını açıklamak üzere ilk kez 1970lerde ikinci dalga feministler tarafından kullanıldı. Günümüzde toplumsal iktidar odaklarının insan bedeni üzerinde denetleme ve yönetme stratejileri geliştirmesinin her türüne bu isim veriliyor.

Kadını toplumun malı ilan etmek ve doğurganlığı üzerinden kontrol etmeye çalışmak da bu stratejilerin başında geliyor. Bunların ortak yanı, hepsinin kadınların kendi hayatlarına dair karar alabilecek bireyler olduğunu göz ardı eden politikalar olmaları. O nedenle, artan nüfusu kontrol edebilmek için kadınları istekleri dışında kısırlaştıran Özbekistan’la, kürtaj yasağı yasası çıkarmaya çalışan Türkiye arasında pek bir fark yok.

Duygularımızı ve irademizi görmezden gelenlere şunu hatırlatmak gerekiyor: bedenimizle aklınızı bozmuş olan sizsiniz. Kılığımızla kıyafetimizle, kendimizi nasıl taşıdığımızla, neremizi açıp neremizi örttüğümüzle ilgilenen sizsiniz. Bunun politikalarını siz üretiyorsunuz. Yeniden ve yeniden.

Oysa biz “bedenimiz bizimdir” derken her şeyden önce irademize yapılan müdahale ile ilgiliyiz.  Bu cinsiyetçi politikalar uygulamaya konursa, kadınlar olarak bilincimizin alacağı yaralarla, ruhumuzun alacağı hasarla ilgiliyiz.

Bunu söylemeye gerek kalacağını hiç düşünmemiştim ama madem istiyorsunuz o zaman söyleyelim:

Bedenimiz bizimdir. Elbette ruhumuz da.