Setbaşı’ndan taşınmamız ikimiz için de iyi oldu. Buradan direkt okula gidebiliyorum, ablamın işine de yakın...

Setbaşı’ndan taşınmamız ikimiz için de iyi oldu. Buradan direkt okula gidebiliyorum, ablamın işine de yakın.
Elektrik şirketinde bekledim, yarım saat. Bu külfetler bana kaldı mecburen. Masada ellisinde bir memur kadın ve yanında oturan ben yaşlarda bir kız vardı; herhalde işe yeni başlamış. Birden ikisinin ne kadar benzediğini fark ettim ve bu içimi acıttı. Yirmi yaşında hayat dolu bir kız ve onun üzüntü, borç, gerginlik dolu geleceği yanyana oturuyor. Bir tür evrim tablosu gibi; before and after.

Aklımda sürekli Latince sözcükler var. Tüm bunları bana niye ezberletiyorlar bilmiyorum. Hakanım bana Küba’nın sağlık sistemini anlatmıştı. Orada pratisyen hekimlik için kısacık bir eğitim yetiyor ve Küba dünyanın en sağlıklı ülkesi.

Ablamı düşünüyorum. Ben ilkokuldayken başlamıştı üniversiteye. Bildim bileli kocaman anatomi kitaplarına gömülmüş çalışırken anımsarım onu. Canım ablam, her zaman o kadar “doğru” bir insan oldu ki. Okulda kalması ve yüksek yapması gerekirken, ben burayı kazanınca vazgeçti; benim için kendi hayatını geri plana attı. Bütün gün en ağır şartlarda çalışıyor ve akşamları televizyon başında uyuya kalıyor. Öyle şefkatlidir ki ablam; onu yıllarca sömüren o aşağılık heriften sonra bile insan sevgisini kaybetmedi. Hakanım’a olan aşkımı hep destekledi. Erkeklerin soysuzluğundan ve ikiyüzlülüğünden tiksiniyorum.

Bazen dalga geçeriz: Ben okulu bitirince o doktora yapacak. O doktora yapınca ben başlayacağım. Böyle birbirimizi okuta okuta, 60 yaşına geldiğimizde ikimiz de profesör olacağız.

Profesörleri hiç sevmem, özellikle cerrahları. Nasıl bu kadar yavşak ve sığ olabiliyorlar? Hemşire kızların doktorlara yaltaklanmalarına da acıyarak bakıyorum; doktor karısı olmak tek hayalleri. Sanki bir tür hayatta kalma savaşı var hastanede, sadece yatan hastalar için değil, bizler için de. Hatta belki biz daha hastayız.

Acaba benim “before and after”ım da o profesörler mi? Bir gün ben de onlar gibi tanrı sendromuyla habire kasılan tahsilli bir cahile mi dönüşeceğim? Tüm bu ezberlerin ve bitmeyen eğitimin nedeni, bilim kilisesinde papaz olmak mı?

Her şey öylesine yanlış ki... İlaç fiyatlarının arz ve talebe göre belirlenmesi örneğin: Yani aslında 1 liraya bile mal olmayan ve ARGE maliyetini piyasaya çıktığı ilk gün kazanan bir kanser ilacının 1000 liraya satılması. Sıkıysa alma. İlaç şirketlerinin doktorları rüşvete bağlaması; bıçak parası için nezle olanı bile ameliyat etmeye kalkmak... Allah’ın belası vampirler.

“Hakanım”ı ayırmadan yazıyorum, “iyelik” Hakanım’ın kendisi, eki değil. Ateş İlyas da “Günışığı” yazıyor örneğin. Hakanım için dünyanın tüm kurallarını yıkmaya hazırım, dil bilgisi bunun yanında nedir ki? Ne çok şey biliyor benim Hakanım, ne çok okuyor... Tanıştığımızda “tıpçı” kibiriyle onu aşağıladığımı anımsıyorum: “Uludağ Felsefe mi? Hadi ODTÜ veya Boğaziçi olsa bi derece.” İçimden aynen böyle demiştim, ne aptallık.

Gerçi Hakanım okulun bir kandırmaca olduğunu söyler, ilahiyatçıların felsefe bölümlerini işgalinden yakınır. “Soru işareti olmayan bir felsefe, pipisi olmayan bir erkeğe benzer” der. Sonra bir bakmışın Foucault, Jung ve Freud’dan alıntılar eşliğinde “erkek, erk ve ek” konulu bir söyleve başlamış.

Geçen gece, “Hayır, boş ver” dedim. Anladı. Beni öptü ve sımsıkı sarıldı.

Çocuğum olsun istiyorum. Okulu bırakmak ve ablama özgürlüğünü hediye etmek istiyorum. Hakanım’ın Çanakkale’deki köyüne taşınmak ve kitaplardan başka serveti olmayan bir köylü kadını; bir köylü annesi olmak istiyorum. Anne olmak... Hakanım’ın çocuğunun annesi olmak... Sadece bunu istiyorum.

Tolstoy “Aklın zirvesine yirmibirinci yaşta ulaşılır” demiş. Sonrası sürekli artan bir aptallık ve ancak kölelerde (veya tıpçılarda) görülecek türden ahmakça bir kibir... Kafam karışıyor... Bazen üniversiteye kızgınlığımı yoksul hastaların doktorlara olan nefretine benzetiyorum. Selçuk Candansayar ne der buna acaba?

Elektrik şirketinden çıkınca Ali Usta’nın atölyesinin önünden geçtim. “Selamınaleyküm Usta” dedim. Tanımadı galiba ama elini salladı.

Hakanım burayı saha çalışması için dolaşırken fark etmiş. Dökümhaneler ve presçiler arasında ufacık bir dükkan. Tabelasında “Tamirat ve Teferruat – Damar Ali” yazıyor. Bu adam her şeyi tamir edebilir. Hatta Hakanım’a “Tamir edemediğim kanadı kırık bir güvercin kaldı ama bu konuda da uğraşıyorum.” demiş. Bursa’da ne antika tipler var.

Kutusundan bozuk çıkan i-phone’u Ali Usta’ya göstermek de Hakanım’ın fikriydi. Bu telefonu babama ben aldırttım ablam için. Ablamın telefonu öyle eskiydi ki, tuşların üzerindeki rakamlar bile silinmişti. Zavallı babamı adamın biri “yarı fiyatına” diye kandırıp bozuk telefonu satmış. Ona söylesek kahrolur, gizlice yenisini alacak para da bizde ne arar? Damar Ali olmasa yanmıştık. Dolma parmaklarıyla bozuk telefonu tuttu ve yüzümüze bakmadan “Yarın gelin alın” dedi. Ertesi gün sahiden de çalışıyordu telefon.

Yirminci yüzyıldan kalma eski telefonunu ablamın elinden zorla kopardık ve yenisini verdik. “Ben bunu kullanamam, hastalara karşı ayıp olur” dedi, çocuk gibi direndi. “Babam çok üzülür” deyince kabul etti.

Ablam markette. Anne ve babamın otobüsü de Bursa’ya girmiştir artık, Manisam’ın kokusu vardır üzerlerinde, ne güzel...  Babam pek içmez, annemse içkiye ağzını sürmez ama bu gece başka. Onları Hakanım’la tanıştıracağım ve bu lanet olası tıp fakültesini bırakacağımı, sevgilimle Çanakkale’ye taşınacağımızı söyleyeceğim.

Herhalde çok gürültü kopar ama bu sırada babama iki duble içirmeyi başarırsam mesele kalmaz. Çünkü Nuh Tufanı bile çıksa ikinci dublede göbek atmaya başlayan tuhaf bir babaya sahibim ben.

Yine de okulu bırakacağımı söylemesem mi ne? Babam değil de ablam mahveder beni. Şimdilik okul konusuna girmemek en iyisi. Hakanım’la tanıştırayım yeter.

Kapı açıldı, ablam geldi galiba. Gidip ona yardım edeyim.