Bahar gelmiş... Bulutlanıp da yağmamakta ısrar eden gökyüzü, dışarı çıkmak istemeyen bir bebeğin, annesine verdiği sancılara bekliyor. En azından...

Bahar gelmiş... Bulutlanıp da yağmamakta ısrar eden gökyüzü, dışarı çıkmak istemeyen bir bebeğin, annesine verdiği sancılara bekliyor. En azından Diyarbakır için bu böyle. Sonra toz bulutları havalanıp, insanın gözüne doluyor. Ama gelmiş ya bahar, karşılamaya çalışıyorsun. Çiçekler dikiyorsun, kuşların cıvıltıları konuyor camdan kulağına, kuzu sesleri geliyor. Şehir de mi yaşıyorsun, hiç farketmez. Pembe kurdelelerle birbirine bağlanmış kuzular, şehrin orta yerinde satılmayı bekliyor. Satıcıya yanaşıp kibarca “sevebilir miyim” diyorsun. Yüzüne tuhaf tuhaf bakıp, “oluuuuur” diyor. O, satma derdindeyken, sen sevip geçiyorsun. Israr ediyor, “Al, kendine balkonda beslersin” diye. Utanarak anlatmaya çalışıyorsun, balkonda kuzu beslenemeyeceğini. Kuzular arkandan ince ince meliyor. Sen ise hayata dalmaya, baharı karşılamaya çalışıyorsun.

Gecenin bir yarısı uçaklar kalkıyor. Bir zaman önce sadece gündüzleri kalkardı F-16’lar. Hep merak ederdim, bir F-16 kaç paraya kalkar, ne diye bir şehrin üstünde sürekli sorti yapar diye. Eline bisiklet geçmiş bir bencil çocuk gibi, sürekli uçak uçurtmak da neyin nesidir? Şimdi geceleri kalkıyor ve biliyorum ki kalkan her uçak, dağlara düşen bomba demek. Balkonuna çiçek ekerken, dağlardaki nergislerin, kuzuların ve ana kuzularının bombalanmasına mı yanasın, çiçek mi koklayasın? Bu nasıl bir bahar?

Yine de bahar diyorsun. Salıyorsun kendini Dicle’nin kenarına... Ucuz motosikletler kiralayan gençlerin, yol boyunca telefonlarına yükledikleri Kürtçe müziklerle gaz yapıp, arkalarında motosiklet dumanı bırakmalarına bakıyorsun. Çok değil, bir buçuk aya kadar deli eden sıcaklarla beraber kuruyacak olan otların, çimenlerin, şimdiki yeşilliğine bakıyorsun. Bir şehir baharı nasıl karşılar, anlamaya çalışıyorsun. Var mıdır başka bir şehirde, eline davul zurna alıp da piknikçileri gezerek eğlendirenler? Suyun karşı yakasında kümelenmiş erkek toplulukları arasında dolaştıkça dolaşıyor davulla zurnacı. Durdukları her yerde keyif başlıyor. Hangi gruba gitseler, adamlar kalkıyor ayağa, başlıyorlar halay çekmeye. Biraz daha coşup, davulun üstüne çıkıyorlar. Dua ediyorum, bizim de yanımıza gelsinler diye. Vursunlar davula, ben de delilo oynayayım. İşte Diyarbakır’ın baharı diyeyim. Uçak seslerine kulaklarımı kapatıp, çimenlerin üstünde zıplaya zıplaya oynayayım. Gelmiyorlar tabi. Görülmüş mü, bir kadına davul çalmak. Ayıp!

Enteresan diyorum, mesela Newroz alanında öyle değildi. Gelip, tam da önümde çalmışlardı, bol bahşiş verdim diye. Bahşiş bol olduğu için gençler de coşmuş, “O zaman söyle, biraz daha çalsınlar” demişlerdi. Öyle hep beraber halay çekmiştik. Acaba o zaman mı gelmişti bahar, bilmiyorum. O zaman da sorti yapmıştı uçaklar. Varsın yapsın, alıştık nasıl olsa...

Haberleri açıyorum, pirinç kuyruğuna girmiş halk. Buradaki kuyruklara bakıyorum. İçimden, avuçlarını Karacadağ pirinciyle dolduran çocuklar geçiyor sırayla. Ellerini açıp, “paylaşalım” diyen çocuklar. Paylaşmayı bilen ama aç, ayakları çıplak, belediyenin diktiği çiçekleri gırtlaklarından kopardıkları gibi avuçlarında demet yapıp, yan yana yürüyen her erkekle kadını sevgili bilip de “Yanındaki güzelin xêrîne, al!” demeleri... Almadığın vakit “ne qaar cimrisen” diyip sinirlenmeleri, ya da boyun bükmeleri.

Bir şehir nasıl çiçeklenir? Dağlardaki çiçekler uçaklarla yanarken, şehirlere dikilen çiçekleri, evleri başına yıkılan çocuklar nasıl sever? Bir şehir nasıl kentleşir? Bütün sorular, bir bahar vakti sıraya girip, cevaplanmayı bekler. Çekilirsin kenara, susarsın.
Dedim ya, melankolik bir yazı. Günün melankolisi, akşam saatlerinde internette göze takılan bir cümle ile dağılıyor. Giriniz google’a, Efe Denizcilik yazınız, o karşınıza “Denizcilik Web Sitesi” diye bir adres çıkaracak. Oraya giriniz ve sayfanın en altlarında bulunan duyuru köşesine bakınız: “KÜRT KÖKENLİLERİN HİÇBİR TALEBİ DEĞERLENDİRMEYE ALINMAYACAKTIR! ANLAŞMALI OLDUĞUMUZ ŞİRKETLER KÜRT PERSONEL ÇALIŞTIRMAKTADIR!”
Ne diyebilirsin ki? İşte bu yola girdik, gidiyoruz... Haydi bakalım!

Akşam oluyor, Roj TV’de bir haber, enteresan. Millet pirinç kuyruğuna giredursun, 2007 Yüksek Askeri Şûra kararıyla tümgeneralliğe terfi eden Berkay Turgut’un “rüşvet” hesabına askeriyeye ait pirinç ve bakliyat çuvallarını pek çok paşaya “hediye” ettiğini söylüyor haber. El yazılı belgeler ellerine geçmiş. Bilemiyorum, ben onların yalancısıyım.

Her ne ise işte, her şey enteresan... Başında da demiştim, melankolik bir yazı bu. Bahar gelmiş, başa vurmuş.
Bu arada bir düzeltme. Geçen haftaki yazımda, giyinmediğiniz giysilerinizi Diyarbakır’daki Günışığı mağazasına bağışlamanızı önermiştim. Yoksullara dağılsın diye. Fakat telefon numarasını yanlış vermişim. Doğrusu şu: 0412 237 19 72.