İnsanlar soruyor: "Darbe olur mu?" Cevaba gelmeden 27 Nisan muhtırasının s

İnsanlar soruyor: "Darbe olur mu?"

Cevaba gelmeden 27 Nisan muhtırasının sonuçlarına bakalım.

Abdullah Gül'ü Çankaya'ya göndermek konusunda kararlı görünen AKP, muhtıraya karşı bir açıklama yaptıysa da derhal 'dua pozisyonuna' geçti: "İnşallah Anayasa Mahkemesi 367 ile ilgili CHP başvurusunu kabul eder de bu badireyi atlatırız!"

Yani hükümet, elleri ve sesi titreyen hükümet sözcüsünün açıklamasıyla 'kuyruğu dik tutma' gösterisi yaptı ama esasen muhtırayı sineye çekti. Çekmedi mi?

Ya muhalefet?

Nasyonalist CHP, zaten bütün politikasını TSK'dan gelecek bir müdahale üzerine kurmuştu; nitekim muhtıraya 'mal bulmuş mağribi' gibi atladı, bayram yaptı.

DYP ve ANAP, muhtıra karşısında utangaç bir söylemle, 'sahalarımızda tanık olmak istemediğimiz görüntüler' gibi bir şeyler gevelediyseler de alttan alta ellerini ovuşturdular.

Anayasa Mahkemesi, benzer durumlarda alışkın olduğumuz 7'ye 4 ekseriyeti zirveye taşıyarak 9'a 2 oyla CHP'nin başvurusunu kabul etti. Nasıl kabul etmesin? İş, 'ya bu cumhurbaşkanlığı seçimi bir şekilde akim

kalır ya da gereğini yaparız'a gelmiş dayanmış.

Peki ya medya?

Bir gün öncesine kadar, tamamen duygusal (!) nedenlerle Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı seçim sürecini nasıl ustaca idare ettiğinden, Gül'ün arayıp da bulunamayacak makul bir aday olduğundan söz edenlerin hemen hepsi "eee, onlar kaşındı" deyip faturayı Bülent Arınç'a çıkarmak için amansız bir yarışa girdiler. Bunları bir kenara not edin. "Ordunun muhtırası, demokratik teamüllere aykırı" deyip ardından "ama" diye başlayan cümleler kuran herkesi not edin ve unutmayın. Yarın, ola ki ortalık sütliman olduğunda yine karşımıza demokrasi havarisi olarak çıkacaklar, hiç utanmadan.

Yalana siz de tahammül edemiyorsunuz değil mi?

Tiksindirici bir şeydir yalan.

• • •

Manzara aşağı yukarı böyle.

Öyleyse baştaki soruya dönebiliriz. Darbe olur mu?

Soruya soruyla karşılık verelim. Sizce gerek var mı?

İşte hükümet, işte muhalefet, işte yargı, işte medya.

27 Nisan gecesi ve takip eden günlerde, bir zamandır üzeri örtülmeye çalışılan gerçek bütün netliği ile bir kez daha ortaya çıktı: Türkiye'de rejim, askeri bürokrasinin vesayeti altındadır. Onun belirlediği siyaset sınırları vardır ve ona rağmen bu sınırları zorlayamazsınız.

Şimdi televizyonlarda hükümetin, muhalefetin üst perdeden üfüren gülünesi sözcülerini ibretle ama maalesef ve ister istemez müstehzi bir ifadeyle izleyebiliriz.

• • •

Adet olduğu üzere, bundan sonra neler olabileceğine dair biraz kafa yoralım.

AKP'nin tansiyonu düşürmek adına makul bir stratejiye yönelmesi muhtemeldir. Evet, Başbakan son grup konuşmasında esti gürledi; "demokrasiye sıkılmış kurşun vb" ağır laflar etti ama bunların arızi ve geçici olduğu düşünülebilir. Unutmamak lazım, Erdoğan kürsüye çıktığında kendi sesinin büyüsüne kapılan sıkıcı bir vaiz. Dolayısıyla ağzından çıkanın nereye gideceğini hesaplamakta zaman zaman zorluk çekiyor.

Nasyonalist CHP ise seçim stratejisini 'laikliğe sahip çıkmak' argümanı ile gerilimi tırmandırmak üzerine kuracak. Baykal'ın politik hesabı, sağcı solcu farketmez,

AKP'den rahatsızlık duyan herkesi nasyonalist CHP'nin arkasına dizmek. Baykal'a rağmen bu gerçekleşir mi, şimdiden bir öngörüde bulunmak zor. Yine de itiraf etmeliyim ki, insanın hayatı boyunca arkadaşı olmasını istemeyeceği, bu akıllara seza hırslı kişilik, kendini çaresiz hisseden insanları nasyonalist CHP'nin hanesine birer oy olarak yazabilir.

Ama asıl mesele şu: Türkiye'de parlamentonun geleceği (kimse kusura bakmasın, ben artık "demokrasinin geleceği" falan diyemiyorum), evet parlamentonun geleceği, seçimde yüzde 10 barajını geçecek üçüncü, hatta dördüncü partiye bağlı.

Çünkü, bugünkünden farklı olmayacak bir parlamento aritmetiği, bugün yaşanan sorunları hızla yeniden üretecektir.

Anlayacağınız, 23 Temmuz sabahı uyandığımızda bir de bakarız takvimler 29 Ni-san'ı gösteriyor!

Bilmem anlatabildim mi?