Beşikçi Hoca’yı hapse mahkûm eden mahkeme, kararının gerekçesini açıkladı: Hoca, PKK’yı terör örgütü olarak göstermiyormuş...

Beşikçi Hoca’yı hapse mahkûm eden mahkeme, kararının gerekçesini açıkladı: Hoca, PKK’yı terör örgütü olarak göstermiyormuş.
Yüz bininci defa söyleyeyim: Terör örgütü diye bir örgüt türü yoktur ve de olamaz; ‘kel berberi’ diye bir şey olamayacağı gibi. Ayrıca, insanlar yapmadıkları şeyler üzerinden, yani niye ‘terör örgütü demedin’ diye yargılanamaz.
Hâkimlere göre, Hoca ‘PKK gerillaları’ demekle, örgütün amaç ve hedeflerinin toplum içinde benimsenmesini, yayılmasını teşvik etmiş oluyormuş.
Önce şunu bilsinler ki, gerilla bir isim, terörist ise sıfattır: Adam, elinde silah, karşısındaki silahlıyla çarpışıyor, onun karakolunu basıyor; ister haydut, eşkıya veya isyancı de, ister gerilla veya özgürlük savaşçısı, burada terör söz konusu değil, terörist diye de biri yoktur. Ama adam tutar da dağda çarpıştığı, karakolunu bastığı adamın çay içtiği mekana, diyelim subay mahfeline bomba koyuyor, ya da oranın garsonunu kaçırıyor veya öldürüyor; işte bu terör eylemidir, tabiî bunu yapan da terörist.
Bunu geçtik; esas vahim olan, adalet-yargı adına par excellence bir terör rejiminin tesis edilmesi: Bunlar, oğluna Abdullah adını koyanı bile yargılayıp mahkûm ederler, örgüte destek, terörü teşvikten. Bunların bilgi, zekâ ve yaratıcılıkları yetse, hiç utanmaz, ‘teröristbaşı’nın adında Allah’a yer olamaz diye Abdullah Öcalan’ın Abdullah’ının ‘Abdüliblis’ olarak kullanılmasını da dayatabilirler; ya da Öcalan kelimesinin ‘eşkıya’yı ümitlendirip cesaretlendirici bir anlam taşıdığı gerekçesiyle söz konusu kişinin ‘Öcalamaz’ şeklinde anılması gerektiğini ileri sürüp, buna uymayanı teröre destekten içeri atarlar.
‘Kepazelik diz boyu’ sözünü, ‘özde laik/sözde vatandaş’ dedektörlüğüne soyunmuş rütbelileri imaen yıllardır ‘kepazelik omuz boyu’ diye kullanırdım; ama, göreceklerimiz henüz bitmemişmiş; zira, artık ‘kepazelik ağız boyu’.
Başbakan, Dilşat Aktaş hakkında “kadın mıdır, kız mıdır; bilemem” diyor: Yakında, göstericilere bekaret kontrolü de başlar. Aynı kişi, Nuray Mert’e açıkça hakaret ediyor; hem kendi yandaşlarına hem de devlete hedef olarak gösteriyor; ayrıca “güya bayan olacak” diyerek, kadınlığı temelinde aşağılıyor. Bülent Arınç da, Ümit Boyner’i ‘pornocu kadın/anne’ olarak gösteriyor, sırf internet fişlemesine karşı çıktığı için.
Bunların iktidarında, kadın cinayetlerinin on beş kat artması tesadüf değil; polis, kitap çeviren kadını “manken misin” diyerek aşağılıyor, ve tabiî bütün mankenleri de: Polis Başbakan’dan, caniler ise her ikisinden cesaret alıyor; çocuk tecavüzlerinde de patlama var.
Bütün kadınların ve de kendi annelerine, kızlarına, karılarına, kız kardeşlerine zerre kadar saygı ve sevgisi olan bütün erkeklerin bu takıma sonuna kadar karşı çıkmaları/koymaları gerekiyor: Aslında, ‘İnsan’ kavramına ulaşmış olmak, bunlara karşı olmak için zaten yeterlidir.
Bu iktidarın, edep ve hayâ ile varoluşsal bir sorunu var. Şöyle ki, edep ve hayâ, pazarda ne alınır, ne de satılır; yani, piyasadaki karşılıkları sıfırdır, dolayısıyla kendilerine orada yer yoktur. AKP ise, hükümet programına bile koymuş, ‘piyasa toplumu’ peşinde; yani ‘edep ve hayâ’nın hükmünün geçmediği bir dünya; işte o yüzden de bir türlü havsalaları almıyor, MHP’ye karşı tezgâhlanmış bir çirkeflik karşısında, nasıl olup da BDP’lilerin de infiale kapılıp benzer tepkiler gösterebildiğini; ve hemen hükmediyorlar ki bunların arasında gizli bir ittifak var; oysa, onlar sadece halâ edep ve hayâ duygularını muhafaza edebilen insanlar, Özal’a ve AKP rejimine rağmen.
Kenan Evren sorguya çekiliyor; aslında, hemen içeri atsalar da olurdu; zira artık Abdullah Gül var, tam tamına onun yapacaklarını yapan: İçerideki gazeteci ve yazarlar aslında teröristmiş, Avrupa’da da Türkiye’ye karşı haksız yere kampanyalar düzenleniyormuş, zulüm-işkence var diye; ayrıca, tam 12 Eylül’e yaraşır bir işgal; Hopa’da, TayyiPO (Başbakan’ın Gestapo’su) tarafından.
En büyük sahtekarlık, darbenin getirdiklerine sonuna kadar sahip çıkar, hatta onları daha da berkitirken, darbecilere karşı mücadele şampiyonluğuna soyunmak, daha doğrusu bu kisve altında, yer yer darbecileri bile aratan bir müstebitliği, tedhişi, adaletsizlik ve keyfîliği meşrûlaştırmak: Sen tut, yüzde 10 barajının en kararlı müdafii ol, sendika/örgütlenme yasaklarını muhafaza etmenin de ötesinde iyicene genişlet, daha önemlisi, taşeronlaştırma yoluyla sendikalaşmayı fiilen imkansız kıl, terörle mücadele adına çocuk katilliğini bile yasallaştırmanın da ötesinde teşvik et  -biliyorsunuz, başbakanın polisi, terörle mücadelede ‘kadın-çocuk’ demez-, 4-C kurbanı işçiden şifre-kopya mağduru öğrenciye kadar başını kaldıran herkesi gazlat, öldürt, yıllarca içeride tut, sana biat etmeyen herkesi fizikî, adlî ve malî zulümle tehdit edip sindirmeyi sistematik hâle getir ve bütün suçu bir iki geri zekâlı askerin üzerine at. Oysa darbenin esas sahibi, meşrepsel ahfadı olmalarıyla iftihar ettikleri, Turgut Özal: Darbe’nin başbakan yardımcısı, Diyarbakır işkencelerinin başbakanı, mevcut (1986 tarihli) siyasî partiler kanununun, yani demokrasinin karşısındaki en büyük engelin, lider sultasının gerçek mimarı; ama olsun, kendisi sivil ya, faşistliği sayılmaz.
Anayasa mahkemesinin 367 şartı tabiî ki, bir kepazelik; ancak, seçmenin sadece yüzde 26,2’sinin oyuyla, Meclis’te fiilen mutlak bir egemenlik tesis edip, Cumhurbaşkanını da işte bu azınlığa dayanarak tek başına tayin etme ihtirası, tümden gayri meşrû ve de yıkıcı. Yıkıcı; zira, ortaya çıkan yüzde 73,8’lik meşruiyetsizlik alanı, ister istemez, hukuksal hokkabazlıklardan darbe teşebbüslerine kadar her türden gayri meşrûluğun yeşereceği zemin: Yüzde 10 barajında ısrar, bu ülkeye yapılan ve bedeli de dökülen kan olan en büyük kötülük; kısacası, ihanet.
Bu barajın yanı sıra, akla gelebilecek her türlü namerdliğin (kasetler, mezhep kışkırtıcılığı, Alevîliği yuhlatma, şantajlar, tehditler, YSK ve Hatip Dicle rezaletleri vb…) de eşlik ettiği bir seçim sonucunda, başbakan, değil 367, isterse 367 bin adamını Meclis’e soksun, Anayasa yapma yetkisini elde etmiş olmaz; zira, dört yıl için vekalet almış insanların, o dört yılın sonrasını da yapılaştırmaya kalkmalarının doğrudan doğruya bir  hak gaspı olması bir yana, iki kişilik bir konseyin diktatörlüğü bile, hepsi tek bir adam tarafından tayin edilmiş –isterse binlerce kişilik olsun-  bir çoğunluğun yönetiminden iki kere daha az gayri meşrûdur; tabiî rejimin adı demokrasiyse.