“Hayallerim Aşkım ve Sen’in finalinde Coşkun’un sinema salonunda yaptığı hareket. Bir kibrit yakar ve perdeye atar, filmin yansıdığı perde tutuşur. O sırada Coşkun’un yüz ifadesi... Bu imge, garip biçimde aklımdan çıkmıyor. Yapımcı denilen sefillerin mahvettiği filmini izleyen genç senaristin üzüntüsü; sinsice tribüne oynayan, ahmak aşıkları, cahil eleştirmenleri filan pek memnun edebilecek, ölçülmüş biçilmiş bir ‘proje’ye dönüştürülen güzelim senaryosu için kahrolan Coşkun... Ve o alevler. Sanırım benim için sinema adına en üst sahne bu. Senin yaşındayken izlemiştim, ablamla gitmiştik sinemaya, izlemiş olmana da şaşırdım doğrusu. Bu sahne zaman içinde hayatımın en unutulmaz film sahnesi haline geldi. Senin unutulmaz sahnen hangi filmden?”
 
“Oğuz Tunç, araba kullanmayı bilmeyen bir James Dean. Jim Caviezel gibi... Bence o sahneyi senin için bu kadar önemli kılan başka bir şey var.”
 
“Öyle mi? Neymiş peki?”
 
“Çok açık değil mi? Konu sinema endüstrisinin sığlığı ile sınırlı değil. Bu sahne seni acıtıyor çünkü Coşkun’la özdeşlik buluyorsun. Güzel bir hayatın olsun istedin ama ahmaklıkların, korkuların nedeniyle, elinde olmayan şeyler nedeniyle beceremedin. Geri dönüp baktığında Coşkun’un gördüğü gibi, senaryosu iğfal edilmiş berbat bir filme benzetiyorsun yaşadıklarını. Yüzünde aynı acıma var, elinde aynı kibrit. Yıkılmış hayallerin, kaybolmuş aşkın ve aynadaki sen... Hoşuna gitmeyen her şey orada. Yakmak istiyorsun, tüm geçmişini; yapımcıların elinde oyuncak olan, bambaşka bir rotada giden hayatını. Gerçi, bu tip kaygılar daha çok ikinci yarıda duyulur, sen o kadar büyük değilsin.”
 
“Sabah ezanları okunuyor. Çok komik... Bir karakolda, dokuz yaşında bir çocukla sinemayla ilgili konuşuyorum. Ve çocuk bana bazı hisler için genç olduğumu söylüyor. Nesin sen yahu? Bir tür cüce misin? Üstün zekalısın diyeceğim ama zeka yetmez ki bunları konuşmaya. Kolundaki saat Rolex filan mı?”
 
“Rolex, meseleyi bütünüyle ıskalamış beyaz yakalıların taktığı bilekliktir.”
 
“Mesele neymiş peki?”
 
“Swatch bile Rolex’ten daha anlamlı. Saat bir parola, seni gereken cemiyete sokar, tüm mesele bu... Rolex’le profesör olursun, öğrencilerinle yatamayacak kadar yükseltilmiş bir ünvan... Derdi öğrenci kızlar olan biri için en yanlış parola. Ha Rolex takmışsın, ha Jonny Walker içmişsin.”
 
“İçimden sana temiz bir sopa atmak geliyor. Nereden ezberledin bu lafları? Ne tür bir televizyon çocuğusun sen? Bu replikleri hangi filmden alıyorsun? Viski de mi içtin yoksa? Saatin Rolex’ten daha mı pahalı yani?”
 
“İnsanlar bilmeye çok meraklı. Ne kadar çok soru soruyorsunuz. Herkes bilgi dininin müridi.”
 
“Sen insan değil misin?”
 
“Değilim. Çocuğum ben.”
 
“Çocuk da insandır.”
 
“Çocuk ‘insan’ olmaya şartlandırılan ayrı bir türdür. Türümüz tehdit altında, gerçek bir çocuk bulmak her geçen gün zorlaşıyor.”
 
“Muhabbetinizi kesmiyorum değil mi? Nasıl abisi, sohbet ettin mi afacanla? Oğlum bak ne yakışıklı delikanlısın, yakıyorsun vallahi ortalığı. Ne olur şu annenin babanın adını söylesen? Bak insancıklar şimdi bir telaşa girerler, çok üzülürler, panik yaparlar, niye böyle bir oyun oynuyorsun?”
 
“Aslında beni burada tutamazsınız, çocuk polislerine teslim etmeniz gerekir. Sonra sanırım sağlık kontrolü yapılır ve sosyal güvenlik yetkilileri beni alır. Neredeyse bir saattir bu koltukta bekletiyorsunuz beni.”
 
“Sen nasıl bir çocuksun böyle? Bunca yıllık polisim hiç böyle bir şey görmedim. Sen gördün mü arkadaş?”
 
“Az önce yaptığımız muhabbeti dinlesen delirebilirdin. Ben delirdim mesela.”
 
“Senin işin de olmuyor, boşuna bekleme.”
 
“Olmasını ummuyordum zaten ama bekleyeceğim biraz daha, sakıncası yoksa.”
 
“Bence yok ama çok da bekleme yine de... Bir dakika... Alo, geldiniz mi? Az mı kaldı? Evet, keyfi yerinde, gazoz ve kek verdik. Yok, bu öyle değil... Yani bu çocuk acayip bir şey, büyük insanlar gibi konuşuyor. Hem sonra... Biraz uzaklaşayım. Ya bu durum biraz ilginç arkadaşlar, bir an önce gelin akıl verin. Bu çocuğun kılığı kıyafeti, tavırları çok değişik. Kim bilir kimin oğlu, tepedikelere haber mi verilse? Başımıza iş açılabilir diye korkuyorum.”
 
“Senin gitme vaktin yaklaşıyor ufaklık... Hayatımda hiç senin gibi bir... şeyle... tanışmamıştım.”
 
“Hah hah, şimdi şey mi oldum? Merak etme gözlerim kırmızıya dönmeyecek.”
 
“Ben polis değilim. Birgün diye bir gazete var, biliyor musun? Orada muhabirim.”
 
“Biliyorum gazeteyi.”
 
“Kaybolmuş birini arıyorum.”
 
“Kayıp çocuuuk, dışarı gel, seni teslim alacak ablalar geldi.”
 
“Adını ‘Kayıp Çocuk’ koydu polisler.”
 
“Geminin göründüğü an, Sean Penn planından hemen önce.”
 
“Ne? Anlamadım...”
 
“Benim için en unutulmaz sahne. Thin Red Line’da... Bir adı olan hiç kimse kayıp sayılmaz, ararsan bulursun.”