Selman Nacar’ın 43. İstanbul Film Festivali’nde 3 ödül alan ‘Tereddüt Çizgisi’ bu hafta vizyonda. “Sistemin bozukluğu, toplumun her alanındaki yozlaşma bireyi de etkiliyor. Film sistemin içindeki bireyi sorguluyor” diyor.

Bozuk sistem yozlaştırıyor
Tereddüt Çizgisi’nin çekimleri sırasında yönetmen Selman Nacar. (Fotoğraf: BirGün)

Emrah KOLUKISA 

Türkiye’yi nasıl anlatırsın deseler, adaletin çölüne hoşgeldiniz derdim. Kim ne derse desin, bugün Türkiye’nin en önemli ve en acil çözüm bekleyen meselesi adalet olsa gerek. Hukukun yok edildiği, en yüksek mahkemelerin kararlarının bile hiçe sayıldığı böylesi bir ortamda, cezaevlerinde süren rehinlik durumları, Anayası’nın alenen çiğnenmesi ve hukukun araçsallaştırılarak toplum üzerinde kurulmaya çalışılan baskı gibi olgular kaçınılmazlaşıyor elbette. İşte Selman Nacar’ın yeni filmi ‘Tereddüt Çizgisi’ bütün bunları düşündürdü bana. Türkiye’deki hukuk sistemini odağına oturtan ve baş karakteri Canan (Tülin Özen) üzerinden çeşitli ahlaki ikilemleri ele alan film Türkiye prömiyerini yaptığı ve 3 ödül (En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu ve FIPRESCI ödülleri) kazandığı 43. İstanbul Film Festivali’nin ardından cuma günü vizyona girdi. Filmi Selman Nacar ile Birgün TV stüdyosunda konuştuk.

Aslında mahkeme dramaları daha çok yabancı filmlerden, dizilerden izlediğimiz bir tür. Türkiye’deki hukuk sisteminin buna pek elverişli olmadığını düşünürdük ama ‘Tereddüt Çizgisi’ yanıldığımızı gösterdi. Sen neden bu zorlu türe yöneldin?

Ben de aslında bunu ‘Tereddüt Çizgisi’ ile anladım, gerçekten mahkeme filmlerini seven ve bu tür filmleri takip eden bir kitle varmış. Ama ben sadece bu kitle için yapmadım tabii filmi, Canan karakteri üzerinden sorular soran ve onun yolculuğuna tanık olmak isteyen daha geniş bir kitle için yaptım. Bu anlamda sadece bir yönüyle mahkeme filmi bu, çünkü bir de Canan’ın özel hayatıyla ilgili bir kısmı var. Mahkeme filmi yönüne baktığımızdaysa özellikle Anglo-Sakson hukukun uygulandığı ülkelerde jüri sisteminden dolayı birazcık daha şova yönelik bir yanı var. Ben daha çok Kara Avrupasında uygulanan ve daha keskin prosedürlerin olduğu o mahkemenin gerçeklik hissini yaşatmak istedim. Seyircide o mahkeme salonunun içindekilerden biri olma duygusunu uyandırmak istedim ve bir yandan da dramaturjik olarak takip edilen, merak uyandıran bir film olsun istedim. Bu anlamda yurt dışında da çok güzel tepkiler aldı. Aslında Türkiye’den bir mahkeme filmini altyazıyla izlediği için ve filmde birçok yoğun terminolojik konuşmalar olduğu için duygusal ve ritimsel anlamda nasıl takip edilir diye düşünüyordum ama çok güzel reaksiyonlar aldık ve birçok ülkede de vizyona girecek. 

Bir yandan Canan’ın baktığı bir cinayet davası var, bir yandan da Canan’ın annesinin ölüm döşeğinde olduğunu gördüğümüz ikinci ve Canan için belki çok daha travmatik bir durum söz konusu. Ve tüm film kamusal alanlarda geçiyor. Bu tercihi biraz anlatır mısın?

Kamusal alanlarla yüzleşmek diye bir durum var. Yani adliye olsun, hastane olsun, insanların buradaki duygu durumları, onunla yüzleşmeleri çok ilgimi çekiyordu ve bunu sinematografik olarak nasıl yansıtırım diye düşünüyordum. O yüzden de filmi sadece kamusal alanlarda çektim; postanede, cezaevinde, hastanede, sokaklarda, bakkalda ve tabii merkezinde aldığı mahkeme salonunda. Özel alan hiç yok. Hatta bir ara Canan’ı arabanın içinde yalnız başınayken görüyoruz ama sonra anlıyoruz ki o araba da onun değil aslında. Ait olamadığın, özel alana yer verilmeyen ve kamusal alanların arasına sıkışmış bir karakteri anlatmak istedim.

Bu kadar kamusal alanla yüzleşen birey aslında kendine yabancılaşmıyor mu?

Kesinlikle. Zaten bence o yüzden Canan’ın iki farklı personasını izliyoruz filmde ki bu bizim Tülin’le (Özen) çok üzerinde konuştuğumuz bir meseleydi. Bir avukat Canan var ve onun adliyede bir personası var, bir de cüppesini çıkardıktan sonra kendi başına kaldığı bir persona var. Bu tamamen aslında bahsettiğiniz yabancılaşmadan kaynaklı. 

Türkiye’de aslında adalet büyük bir krizde. Kuvvetler ayrılığını kalmadığı bir ortamda hukuk ve adalet ne kadar var olabilir ki… Filmin çekimlerine hazırlanırken birçok kez mahkemelere gidip gözlem yapmış biri olarak bu konudaki görüşlerini de merak ediyorum.

Zaten ben de film bu meseleler üzerinde düşünmeye teşvik etsin istedim. Hukuk meselesinin toplumun diğer unsurlarından bağımsız olduğunu düşünmüyorum ben. Eğitim sisteminden mesela ya da ekonomisinden… Bunu büyük ölçüde liyakatsizliğe bağlıyorum. Hangi alanda olursa olsun işini yapması gereken insanların tam olarak işlerine gerçekten saygıyla sarılıp yaptığına ben çok az rastlıyorum. Bu liyakatsizlik ve çürüme toplumda çok yaygınlaşmış durumda ve en büyük hatalardan biri bence bunun üzerine düşünen insanlar da kendinin bundan azade olduğunu düşünüyor. Nasıl ki bir yiyecek çürüdüğünde bu diğer gıdalara da yayılır, en kötü ihtimal kokusu yansır, bu çürümeye bir bireyin karşı duracağını düşünmüyorum. Yani sistemin bozukluğu, toplumun her alanındaki bu yozlaşma bireyi de etkiliyor. Zaten birey böylesi bir sistemin içinde kalırsa ne yapabilir, böyle bir sorusu da var filmin.

Söyleşinin tamamını BirGün TV’de izleyebilirsiniz.